Steve Jobs hayatını kaybetti. Beklenen bu ölüm birçok kişi gibi beni de derinden etkiledi. Geçtiğimiz hafta haberi ilk duyduğumda, en son ne zaman böyle hissettiğimi düşündüm. 2009 yılının Haziran ayında, dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı gösteri adamı olarak Guinness dünya rekorlarına geçen, albümleri tüm dünyada 750 milyon satan Michael Jackson’ın ölüm haberini öğrendiğim gün de aynı bugünkü gibi hissetmiştim. Hiç tanışmadığımız, ama bize sundukları ve yaşattıkları güzelliklerle, çok yakından tanıdığımız bu dahilerin bu dünyadan kayıp gitmelerinden dolayı duyulan hüzün… Bu insanları özel yapan, onların yaptıkları işleri kabul görmüş standartların üstünde bir noktaya taşıyarak kendi endüstrileri için yepyeni standartlar tanımlamaları, daha önce kimsenin yapmadığını yapmaları, kimsenin düşünmediğini düşünmeleri ve kimsenin hayalini kuramadığını gerçekleştirmeleri. Aşağıda Steve Jobs’ın 12 Haziran 2005′te Stanford Ünivesitesi’nin diploma töreninde yaptığı konuşmanın metnini okuyacaksınız. Böyle bir konuşma metni çok iyi İngilizce bilenler için bile kendi ana lisanında okunmayı hakediyor. Bu konuşmayı okuduktan ya da dinledikten sonra eminim Steve Jobs zihninizde artık tamamlanmış olacaktır.
Bugün burada, dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden mezun olmadım. Gerçeği söylemek gerekirse, üniversite mezuniyetine en yakın olduğum an, bulunduğumuz bu an. Bugün size kendi yaşamımdan üç öykü anlatmak istiyorum. Tüm konuşmam, bu üç öyküden oluşacak. Daha fazla bir şey anlatmayacağım. Sadece bu üç öyküyü anlatacağım.
İlk öyküm noktaları birleştirmekle ilgili.
Altı ay okuduktan sonra Reed Üniversitesi’ni bıraktım ancak derslere girmeyi de bırakmadan önce, on sekiz ay kadar daha okula gidip gelmeye devam ettim. Peki üniversiteyi neden bıraktım? Aslında herşey, ben doğmadan önce başlamıştı. Biyolojik annem yani beni dünyaya getiren annem, evli olmayan genç bir yüksek lisans öğrencisiydi ve doğum sonrası beni başka bir aileye evlatlık olarak vermeye karar vermişti. Ancak annem çok kesin bir şekilde, beni evlatlık olarak almak isteyen ailenin, üniversite mezunları olması gerektiğini düşünüyordu. Bir avukat ve eşinin doğar doğmaz beni evlatlık olarak alması için herşey daha ben doğmadan önce ayarlanmıştı. Tek bir konu dışında, beni evlat edinecek aile son anda aslında bir kız bebek istediklerini söylemişlerdi. Bu yüzden, bekleme listesindeki ailem gece yarısı telefonda “Beklenmedik şekilde elimizde evlatlık olarak verebileceğimiz bir erkek bebeğimiz var, onu almak ister misiniz?” diye soran bir sesle karşılaşınca, “Elbette!” yanıtını verdiler. Biyolojik annem sonradan, annemin üniversiteden, babamın ise liseden hiçbir zaman mezun olmadıklarını öğrenmişti. Evlatlık verilmemle ilgili son yasal işlemlere dair olan evrakları imzalamayı bu nedenle reddetti. Fakat yeni ailem, beni üniversiteye gönderecekleri konusunda söz verince, annem isteksizce de olsa onay vermişti.
17 yıl sonra gerçekten de üniversiteye başladım ancak tecrübesizliğim sonucunda neredeyse Stanford Üniversitesi kadar pahalı olan bir üniversiteyi seçmiştim. Her ikisi de orta sınıftan olan annem ve babam, ellerinde avuçlarında olan paranın hepsini benim üniversite eğitimim için harcamaya başlamışlardı. Altı ay sonra, bu durumun bana bir değer katmayacağını düşünmeye başlamıştım. Yaşamımla ilgili ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ve üniversite eğitiminin bana nasıl yardımcı olabileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Bir de üstüne üstlük, annemin ve babamın tüm yaşamları boyunca biriktirdikleri paranın tamamını harcamaktaydım burada. Bunun üzerine üniversiteden ayrılmaya karar verdim ve kendimi üniversite eğitimi almadan da yaşamda işlerin iyi gideceği fikrine inandırdım. Bu kararım o zaman için oldukça korkutucuydu ancak şimdi bakıyorum da yaşamımda verdiğim en iyi kararlardan birisiydi bu. Üniversiteden kaydım silindikten sonra, ilgimi hiç çekmeyen zorunlu dersleri almaktan kurtuldum ve ilgimi çeken derslere girmeye başladım.
Bir taraftan da bu durumun her yönüyle çok hoş olduğu da söylenemezdi. Öğrenci olmadığım için yurttaki odam yoktu artık. Arkadaşlarımın odalarında ya da yerde uyuyordum. Beş sent depozito ücreti olan kola şişelerini iade ediyor ve karşılığında yiyecek birşeyler alabiliyordum. Haftada bir kez olsun güzel bir yemek yiyebilmek için Pazar günleri yürüyerek 7 mil uzaklıktaki Hare Krishna tapınağına gidiyordum. Bütün bunları sevdim. İlgimi çeken konular uğruna yaptıklarımın bir çoğunun, yaşamımın ileriki yıllarında benim için paha biçilmez derecede yararlı olduğunu gördüm. Bir örnek vereyim size:
O yıllarda Reed Üniversitesi, belki de ülkedeki en iyi kaligrafi (hat) eğitimini veriyordu. Üniversite kampüsündeki her poster, çekmeceler üzerindeki her etiket kaligrafik el yazısıyla hazırlanmıştı. Okuldan atılıp standart olarak alınması gereken dersleri almak zorunda olmadığım için, nasıl yapıldığını öğrenmek üzere kaligrafi dersi almaya karar verdim. Serif ve Sans Serif yazı biçimlerini, farklı harf grupları arasındaki değişen boşluk ölçülerini ve iyi bir yazı düzeninin nasıl olması gerektiğini öğrendim. Bütün bunlar öylesine güzel, tarihsel ve sanatsal açıdan dikkat çekiciydiler ki bilimin bunu anlamlandırarak açıklayabilmesine imkan yoktu ve ben bunu çok ilgi çekici bulmuştum.
Aslında bu öğrendiklerimin, yaşamımda uygulanabilirliğine dair hiçbir ümidim yoktu. Ancak on yıl sonra, ilk Macintosh bilgisayarını tasarlarken, öğrendiğim herşeyin bana geri döndüğünü gördüm. Öğrendiklerimin tümünü Mac’ın tasarımının bir parçası haline getirdik. Güzel yazı karakterleri olan ilk bilgisayar Macintosh olmuştu.
Üniversitedeki o kaligrafi derslerine girmeseydim, Mac’in hiçbir zaman o çeşitli yazı biçimleri ve araları dengeli bir şekilde açılmış yazı karakterleri olmayacaktı. Windows da Mac’i kopyaladığından, bu sanatsal yazı biçimleri büyük bir olasılıkla bugün hiçbir bilgisayarda bulunmayacaktı. Eğer okulu bırakmış birisi olmasaydım, hiçbir zaman kaligrafi dersi almayacaktım ve bilgisayarlar bugünkü bu muhteşem yazı düzenine asla sahip olamayacaktı. Üniversitede öğrenci olduğum günlerde ileriye baktığımda, bu noktaları birleştirmek elbette imkansızdı. Fakat on yıl sonra dönüp geriye baktığımda, her şey çok ama çok açık bir şekilde görünüyordü.
Tekrarlıyorum, ileriye bakarak, yaşamınızdaki noktaları birleştiremezsiniz; noktaları ancak geriye bakarak birleştirebilirsiniz. Bu yüzden, noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine şimdiden inanmanız gerekir. Bir şeylere inanmak, güvenmek zorundasınız; bu içinizden gelen his, kader, yaşam, karma ya da başka bir şey olabilir. Bu yaklaşımım beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadı ve hatta yaşamımdaki tüm farklılıkların gerçekleşmesini sağlayan bu yaklaşımım oldu.
İkinci öyküm, sevmek ve kaybetmekle ilgili.
Kendimi şanslı sayıyorum. Ne yapmayı sevdiğimin ayrımına erken yaşlarda varabildim. Woz’la (Steve Wozniak) birlikte ailemin garajında Apple’ı kurduğumuzda 20 yaşındaydım. Çok çalıştık ve on yılda Apple garajda çalışan o iki kişiden, 4000’in üstünde çalışanı ve yıllık iki milyar dolar cirosu olan dev bir şirkete dönüştü. 30 yaşıma gelmeden bir yıl önce en iyi tasarımımız olan Macintosh’u çıkardık piyasaya. Tam bu sırada işten atıldım. Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl atılabilirsiniz? Apple büyümüştü, benimle birlikte şirketi yönetmesi için son derece yetenekli olduğuna inandığım birisini işe almıştık. İlk bir yıl kadar işler iyi gitti. Ancak zamanla kendi işe aldığım bu yönetici ile vizyonumuz giderek farklılaşmaya başladı ve sonunda birbirimize tamamen ters düştük. Bu yol ayrımında, Yönetim Kurulu onun tarafında yer aldı ve 30 yaşında kendimi bir anda şirketten atılmış olarak buldum. Alenen işten atılmıştım. Tüm yaşamımın merkezini oluşturan işim elimden gitmişti ve bu beni mahvetmişti.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki kuşağın girişimcilerini düş kırıklığına uğratmış ve yarışta bana verilen bayrağı düşürmüşüm gibi hissetmiştim. David Packard ve Bob Noyce ile görüştüm ve işleri yüzüme gözüme bulaştırdığım için onlardan özür dilemeye çalıştım. Aleni bir başarısızlık örneğiydim. Silicon Valley’i terkedip gitmeyi bile düşündüm ancak yavaş yavaş bir şeylerin farkına varmaya başlıyordum. Ben hala yaptığım işi seviyordum. Apple’daki olayların geldiği nokta, bu sevgide en küçük bir azalmaya yol açmamıştı. Reddedilmiştim ama sevgim hala sürüyordu. Bunu farkedince yeniden başlamaya karar verdim.
O günlerde pek farkedememiştim ama Apple’dan atılmam başıma gelebilecek en iyi şeydi. Başarılı olmanın ağırlığı yerini tekrar herşeye yeni bir başlamakta olan birinin hafifliğine bırakmıştı ve bu kişi herşeyden çok daha az emin olan birisiydi artık. Bu duygu yaşamımın en yaratıcı dönemlerinden birine girme özgürlüğünü vermişti bana.
Sonraki beş yıl içinde, önce NeXT isimli bir şirket, daha sonra da Pixar isimli ikinci bir şirket kurdum. Aynı dönemde ileride eşim olacak olan mükemmel bir kadına aşık oldum. Pixar dünyanın ilk bilgisayar animasyonlu filmini, Oyuncak Hikayesi’ni üretti ve halen dünyanın en başarılı animasyon stüdyosu olarak varlığını devam ettirmekte. Olaylar öylesine bir hal aldı ki, Apple NeXT’i satın aldı ve ben tekrar Apple’a döndüm. Bizim NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji Apple’ın şu anda yaşadığı rönesansın bel kemiği oldu. Bu arada Laurene ve ben birlikte harika bir aile oluşturduk.
Eğer Apple’dan kovulmasaydım, eminim ki bunların hiçbiri gerçekleşmeyecekti. Tadı çok acı olan bir ilaçtı bu ancak sanırım hastanın bu ilaca gerçekten ihtiyacı vardı. Kimi zaman yaşam size feci bir darbe vurur. Böyle zamanlarda inancınızı kaybetmeyin. Bütün bunlar sonunda anladım ki benim tekrar ayağa kalkmamı sağlayan tek itici güç işime duyduğum sevgi. Yaşamınızda sevdiğiniz şeyi bulmak zorundasınız. Bu sadece işiniz için değil, ilişkileriniz için de geçerli bir kural. İşiniz, yaşamınızın büyük bir zamanını kaplayacak, bu nedenle gerçek anlamda tatmin olabilmenizin tek yolu yaptığınız işin muhteşem bir iş olduğuna inanmanız. Ve muhteşem bir iş yapabilmenin de tek yolu yaptığınız işi sevmekten geçiyor. Eğer henüz sevdiğiniz işin ne olduğunu bulamadıysanız, aramaya devam edin. Yetinmeyin, razı olmayın. Aradığınızı bulduğunuzda bunu tüm kalbinizle hissedeceksiniz. Her muhteşem ilişki gibi, işinizle olan ilişkiniz de yıllar geçtikçe sürekli daha iyiye gidecek. Yeter ki o işi bulana kadar aramaktan vazgeçmeyin. Yetinmeyin, razı olmayın.
Sonuncu öyküm ölümle ilgili.
17 yaşındayken şuna benzer bir söz okumuştum: “Eğer yaşadığın her günü, o gün yaşamının son günüymüş gibi yaşarsan, birgün mutlaka haklı çıkacaksın” Bu söz beni öylesine etkilemiştir ki, o günden bu yana geçen otuz üç yıl boyunca her sabah aynaya bakar ve kendime sorarım. “ Eğer bugün yaşamımın son günü olsaydı, yapacaklarımı gerçekten yapıyor olmayı ister miydim?” Bu soruma peşpeşe birçok gün ‘Hayır’ yanıtı verdiğimde, birşeyleri değiştirmem gerektiğinin farkına varırım.
Eninde sonunda öleceğimi hatırlamak, yaşamda büyük seçimlerimi yapmama yardımcı olan en önemli araçtır. Çünkü hemen hemen herşey; dünyaya dair tüm beklentiler, tüm kibir, başarısız olmaktan ötürü duyulan utanç, bunların tamamı ölüm karşısında bir anda önemini yitiriverir ve geriye sadece gerçekten önemli olan şeyler kalır. Bir gün öleceğinizi unutmamak, kaybedecek bir şeyiniz olduğunu düşünme tuzağından kurtulmanız için bildiğim en iyi yöntem. Zaten şu anda bile korumasız ve çırılçıplaksınız. Yüreğinizin sesini dinlemeyi seçmemek için hiçbir nedeniniz yok.
Yaklaşık bir yıl önce bana kanser teşhisi kondu. Sabahın 7.30’unda yapılan bir taramada pankreasımda bir tümör saptandı. Pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar teşhis ettikleri kanserin bu türünün tedavisinin kesinlikle mümkün olmadığını, üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklememem gerektiğini söylediler. Doktorum evime gitmemi ve işlerimi yoluna koymamı öğütledi. Bu doktorun git ve ölüme hazırlan anlamında kullandığı bir şifreydi. Bu şu demek oluyordu; önünüzdeki on yıl boyunca çocuklarınıza anlatmayı düşündüğünüz herşeyi, onlara sadece birkaç ayda anlatmak zorundaydınız ve yaşama veda ettikten sonra aileniz için herşeyin olabildiğince kolay olmasını sağlamak için her şeyi başarıyla tamamladığınızdan emin olmalıydınız. Bütün bunlar ayrılık öncesi son vedalaşmalarınızı yapmanız anlamına geliyordu.
O gün akşama dek, bana konulan teşhisle yaşadım. Akşamın geç saatlerinde biyopsi yapıldı, endoskopi ile boğazımdan mideme ve bağırsaklarıma ulaşıp iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben uyutulmuştum ancak bu esnada orada olan karım doktorların hücreleri mikroskop altında incelerken ağlamaya başladıklarını söyledi bana. Doktorlar hastalığımın, pankreas kanserinin çok nadiren görülen ve ameliyatla tedavi edilebilen bir türü olduğunu görmüşlerdi. Gereken bu ameliyatı oldum ve şu anda iyiyim.
Doktorumun bana pankreas kanseri olduğumu söylediği an ölümle ilk kez bu kadar yakın yüzyüze geldim ve umuyorum ki yaşadığım bu an birkaç on yıllık zaman dilimi süresince de ölüme en yakın olduğum an olarak kalmaya devam eder. Bütün bunları ölümle yüzyüze gelmiş, ölümün faydalı ancak tamamen entellektüel bir kavram olduğundan daha fazlasını yaşamış birisi olarak size daha net söyleyebiliyorum.
Kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyen insanlar bile bir an önce ölüp oraya gitmeyi istemezler. Ancak ölüm, hepimizin paylaştığı ortak bir sondur. Ölümden kaçabilen hiç kimse olmamıştır. Zaten olması gereken de budur çünkü muhtemelen ölüm, yaşamın tek ve en iyi icadıdır. Ölüm, yaşamın değişim aracıdır. Yeniye yer açmak için eskinin ortadan kalkmasıdır. Şu anda yeni olan sizsiniz, ancak şu andan çok da uzak olmayan bir gün, sizler de eski olacak ve yaşam sahnesinden silineceksiniz. Bunu size daha nazik bir şekilde söyleyemediğim için üzgünüm ancak gerçek bu.
Sınırlı bir zamanınız var. Bu nedenle sınırlı olan bu zamanınızı, bir başkasının hayatını yaşayarak harcamayın. Kuralların ve genel kabul görmüş yargıların sizi esir almasına, diğer insanların düşündüklerinin sonuçlarının yaşamınızı şekillendirmesine izin vermeyin. Diğer insanların gürültüsü sizin içinizden gelen sesi bastırmasın. En önemlisi, yüreğinizin ve sezgilerinizin peşinden gidecek cesarete sahip olun. Yüreğiniz ve sezgileriniz gerçekte ne olmak istediğinizi bir şekilde biliyor, bunun haricindeki herşey ikincil bir öneme sahip.
Ben gençken, ‘Bütün Yerkürenin Kataloğu’ adlı muhteşem bir yayın vardı. Bu yayın bizim kuşağımızın en önemli kaynaklarından birisiydi. Bu yayın buradan çok da uzakta olmayan Menlo Park’ta yaşayan Stewart Brand adlı bir kişi tarafından yaratılmıştı. Stewart Brand bu yayını kendi şiirsel dokunuşuyla hayata geçirmişti. 1960’lı yılların sonuydu, bilgisayarların ve masa üstü yayıncılığın henüz olmadığı yıllardı. Bu nedenle yayın tamamen daktilolar, makas and polaroid fotoğraf makinaları kullanılarak hazırlanıyordu. Belki de Google varolmadan 35 yıl önce, onun bir nevi kağıt versiyonu diye tanımlanabilirdi. İçerik idealistti, şirin araçlar ve harika fikirlerle dopdoluydu.
Stewart ve ekibi, ‘Bütün Yerkürenin Kataloğu’ adlı bu yayınlarını uzunca bir süre devam ettirdiler, normal seyrini izleyen her yayın gibi yayın hayatının bitmesi gerektiği gün geldiğinde, son bir veda sayısı çıkardılar. 1970’lerin ortasıydı ve sizlerin yaşındaydım. Bu son sayının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde bir köy yolu fotoğraflanmıştı. Eğer maceraya meraklıysanız, kendinizi bir anda üstünde otostop çekerken bulabileceğiniz türden bir yoldu bu. Fotoğrafın altında şunlar yazıyordu: ‘Bilgiye aç kalın, aptal gözükmekten korkmayın.’ Bu onların veda mesajıydı. Kendim için her zaman bunu diledim. Ve şimdi bunu yeni bir başlangıç yapmak üzere olan siz mezunlar için diliyorum. Bilgiye aç kalın, aptal gözükmekten korkmayın! Hepinize çok teşekkürler.
Biz de herşey için sana teşekkür ederiz!
Referanslar:
Steve Jobs’un konuşma metnini, Ethem Tolga’nın Mac Dünyası isimli sitesinde yayınladığı çeviriyi baz alarak hazırladım. http://www.macdunyasi.com/2006/08/03/steve-jobsin-unlu-stanford-konusmasi/
Konuşmayı Türkçe altyazılı olarak bu linkten dinleyebilirsiniz. http://www.youtube.com/watch?v=0quHs9UPqBc
Görseller: Google Images