Hakkımızda Bilmediklerimiz

Geçen gün birkaç arkadaşımı hakkımda konuşurken yakaladım! İyi ki de yakalamışım, en beğendikleri özelliğimin, yardımsever olmam olduğunu öğrenince hem şaşırdım hem de gururlandım. Evet, yardımsever olmak için özel bir çaba gösteririm ama hiç farketmeden bunun dikkat çekici bir özelliğim haline geldiğini öğrenmem güzel bir sürpriz oldu.

Genç bir yetişkin olarak özellikle yirmili yaşlarda insan kendisi hakkında duyduklarına epeyce şaşırabiliyor çünkü henüz taşlar yerine oturmamış ve kişisel farkındalık tam anlamıyla gelişmemiş oluyor. Geçen yıllarla birlikte öyle zamanlar geliyor ki insan kendinden bir hayli emin halde hakkındaki herşeyi bildiğini düşünmeye başlıyor. Peki gerçekten de hakkımızdaki herşeyi bildiğimize dair olan bu inancımız doğru mu?

1955 yılında iki bilim adamı, Joseph Luft ve Harry Ingram, insanların kendileri hakkında bazı şeyleri göremediklerini ya da bilmediklerini basit bir teori ile ortaya koymuşlar. “Johari Penceresi” denen bu teoriye göre kendimize dair bizim bildiklerimiz ya da başkalarının bildikleri dört ana alanda tanımlanıyor.

I.Açık alan: Kişinin kendisinin ve aynı zamanda başkalarının haberdar olduğu davranışları ve düşünceleri.

II. Kör Alan: Kişinin kendisi hakkında bilmediği ancak başkalarının onun hakkında bildiği davranış ve düşünceleri. Bu basit bir bilgi olabileceği gibi, kişinin doğrudan yüzleşmekte zorlandığı (ancak başkaları tarafından görülebilen) yetersizlik duygusu, yetkin olamama, değersizlik, reddedilme, vb. konular da olabilir.

III. Gizli (Saklı) Alan: Kişinin kendisinin bildiği ancak başka kişilerin bilmesini istemediği davranış ve düşünceleri.

IV. Bilinmeyen Alan: Kişinin kendisi tarafından da, başkaları tarafından da bilinmeyen davranış ve düşünceleri.

İster bir arkadaş sohbetinde,  ister kurumsal bir yapıdaki performans uygulamasında aldığınız geri bildirimlerin tümü çok değerli çünkü onlar “kör alanınızı” daraltırken, “açık alanınızı” genişletmenin en önemli yolu.

Görseller: Google Images

Öğrenmek, Para Kazanmak, Geri Vermek

Araya kısa ayrılıklar girse de otuz yıldır bu şehirde yaşıyorum. Hiç gitmediğim onlarca semti var hala. Hergün yeni bir şey keşfedebileceğiniz, yaşadığınız her anı dolu dolu geçirebileceğiniz bir şehir İstanbul. Hatta İstanbul’lu olmak kendi içinde anlamları, kodları olan birşey, size yaşarken ekstra avantajlar sağlayan bir durum. Bu benzersiz şehirle ilgili olumsuz bir şey söylemek içinden gelmiyor insanın, tek bir konu hariç “trafik”. Bazen trafikte geçirdiğim saatler o kadar fazla oluyor ki bu anları yaşamdan çalınan anlar olarak düşünmeye başlıyorum. Kökten kentsel bir çözümü beklerken, trafik sorunu için bulduğum son çözümlerden birisi “sesli kitaplar”. Bugünlerde Amerikan iş yaşamının efsane yöneticilerinden olan, Ford ve Chrysler’de CEO’luk yapan Lee Iacocca’nın 2007 yılında yazdığı “Bütün O liderler Nereye Gitti?” adlı kitabını dinliyorum.

İstanbul , dünyada iki kıta üzerine kurulmuş olan tek şehir. Fotoğraf Reuters'den Osman Orsal'a ait.

82 yaşındaki Iacocca, kitabını kendi okuyor. Kitap, Amerikan iş yaşamı, mevcut  Amerikan politikaları ve liderlik üzerine yazılmış Iacocca’nın kendi gerçek deneyimleri üzerine kurguladığı bir manifesto ancak beni en çok etkileyen bölümü emekliliğine dair anlattıkları. Başarılarla dolu kariyerinin ardından, emeklilik kendi deyimiyle tam bir fiyasko oluyor Iacocca için. Emekli olduktan sonra tüm yaşamını geçirdiği otomobil endüstrisinin kalbi Detroit’ten onun için bir anlam ifade etmeyen Los Angeles’a taşınıyor, lüks bir semtte pahalı bir ev alıp dekore ediyor, Amerikalı iş adamları arasındaki en popüler spor olan golf dahil herşeyi deniyor ama o, onu sabahları erkenden uyandıracak, heyecanla güne başlamasını sağlayacak güçteki tek şeyin “iş” diğer bir deyişle “çalışmak ve üretmek” olduğunu farketmekte gecikmiyor. Lee Iacocca yaşamı üç safhaya ayırıyor:

1. Öğrenmek (learning)
2. Para kazanmak (earning)
3. Geri vermek (returning)

Iacocca’ya göre emeklilik “geri verme zamanı” ve emekli olup hala anlamlı bir hayat sürmek böyle bir erdeme sahip olmakla mümkün. Bunun için yapmanız gereken sizin için anlamı olan birşey bulmanız ve bunun “sahici” bir şey olması. Kendisinin ve emekli olan birçok arkadaşının en büyük korkusu “yaşamlarının artık kayda değer olmaması” ve bu korkuyu yenmek Iacocca’ya göre öğrendiklerinizi ve kazandıklarınızı topluma geri verebilmekle mümkün. Iacocca yaşamı boyunca aldığını, vakıflar kurarak, yardım işlerinde çalışarak ve kitaplar yazarak topluma geri vermekte.

Anlamlı bir yaşam sürme isteği insanın doğasında bulunan bir ihtiyaç. Daha mutlu, sağlıklı ve uzun bir yaşamın yolu çalışmaktan, üretmekten ve paylaşmaktan geçiyor. Yaşamın hangi safhasında olursanız olun, payınıza düşen rol ne olursa olsun yaşamınızı anlamlı kılacak birşeyler mutlaka var, yeter ki siz isteyin.

Kanyon'daki Remzi Kitabevi'nde Türkçe ve İngilizce geniş bir sesli kitap seçeneği var. Bir sonraki sesli kitabımı seçtim; Malcolm Gladwell'den "Blink".

 

Daha fazlasını okumak isterseniz önerilerim:

http://leeiacocca.blogspot.com/

http://www.gladwell.com/blink/

Pygmalion İşyerinde

Üniversite yıllarımda aldığım psikoloji derslerinin en sevdiğim yanlarından birisi de derslerde hocalarımızın bizlere aktardığı araştırmaları ve bunların sonuçlarını dinlemekti. Genelde belli bir zamana yayılan ve bir kontrol grubu ile karşılaştırmalı olarak yapılan bu araştırmalar insan davranışını açıklamakta adeta bir rehber görevi görürdü. Araştırmaların bir kısmı çocuklar üzerinde gerçekleştirilir, alınan sonuçlara göre var olan ya da gelecekte kullanılacak eğitim yaklaşımlarını kökten değiştiren ya da ileriye taşıyan yenilikler ortaya çıkardı.

Yıllar evvel beni en fazla etkileyen araştırmalardan birisi yine okul çağındaki çocuklarla olan bir çalışmaydı. 1968 yılında sosyal psikolog Rosenthal ve çalışma arkadaşı Jacobson tarafından yapılan bu çalışmada olumlu ya da olumsuz beklenti ve ön yargıların sınıf ortamında eğitim gören çocuklar üzerindeki etkileri ortaya konuyordu. Öğretim yılının başlamasına yakın çalışmaya dahil edilen ilkokul düzeyindeki çocuklara bir zeka testi uygulanıyor ve teste giren çocuklardan tamamen rastgele seçilen bir kısmının isimleri ilk %20’lik dilime girdiği söylenerek öğretmenlere veriliyordu.  Bu öğrencilerin daha yüksek bir gelişim potansiyeline sahip olduğu ve öğretim yılı içinde akademik olarak çok parlak olacakları belirtiliyordu. Öğretim yılının sonuna doğru bu öğrencilere sene başında yapılan zeka testi tekrar uygulanıyor ve her çocuğun zekasındaki gelişim tek tek hesaplanıyordu. Öğretmenlere daha zeki oldukları belirtilerek isimleri verilen, dolayısıyla öğretmenlerin daha yüksek bir gelişim beklediği öğrencilerin, gerçekten de bu grubun dışında kalan diğer öğrencilere göre daha yüksek bir gelişim gösterdikleri görülüyordu.

Bu demek oluyordu ki öğretmenlerin, öğrencilerin kapasitesine dair beklentilerindeki değişkenlik rastgele seçilmiş olan bu çocukların kapasitesinde gerçek bir artışa neden olmuştu. Ortaya çıkan bu durum, yani insanlara atfedilen beklenti düzeyinin daha yüksek performansa yol açması Pygmalion ya da Rosenthal Etkisi olarak tanımlanıyor.

Pygmalion ismi Yunan mitolojisinde kendi yaptığı kadın heykele aşık olan heykeltıraşın isminden geliyor.

Bu çalışmanın yapıldığı 1968 yılından tam otuz dört yıl sonra, 2002 yılında daha farklı meslek grupları üzerinde de aynı araştırmayı yapan sosyal psikolog Rosenthal, beklentilerin ve ön yargıların sadece çocuklar üzerinde değil kurumsal ortamlarda çalışanlar da dahil olmak üzere birçok farklı meslek grubuna ait yetişkinlerde de benzer etkiyi yarattığını ortaya koydu. Çalışanlarla ilgili beklentilerinizi ortaya koyarken, olumlu iletişimlerle yaratılacak fark, üzerinde kafa yormaya değiyor çünkü çocuk ya da yetişkin insan, doğası gereği, kendisine biçilen değerle bağlantılı olarak iş sonuçları üretiyor.

Daha fazlasını okumak isterseniz referanslar:

http://members.cox.net/nniland/AP%20Psych%20Documents/Summer%20Reading%20Article%20-%20Rosenthal%20&%20Jacobson.pdf

http://fcis.oise.utoronto.ca/~daniel_schugurensky/assignment1/1968rosenjacob.html

Görseller: Google Images