D.C. Zamanları
Otelimizin bulunduğu Dupont Circle şehrin merkezi bir yerinde olduğu için her yere kolayca seyahat ediyoruz. Tüm şehri saran hatta şehrin komşu eyaletlerine uzanan müthiş bir metro ağı var. Güzel bir etnik yemek yemek için gittiğimiz Adams Morgan ve Georgetown dışında metroyla gidemediğimiz hiçbir yer olmuyor. Dupont Circle metrosunun upuzun yürüyen merdivenlerine başta zor alışsak da sonraları eğlenceli bile gelmeye başlıyor:-)
Uzun bir koridor etrafında sağlı sollu sıralanan Smithsonian müzeleri gerek zenginliği gerekse çeşitliliği ile ziyaretçilerinin beklentilerini karşılıyor hatta aşıyor. Beni en çok etkileyen Amerikan Tarihi Müzesi’nde yaşamlarını dinlediğimiz, kendilerini neyin beklediğini bilmeden, herşeyi arkalarında bırakıp gelen cesur göçmenler oluyor. Tarih Müzesi’nde Hollywood filmlerinden tanıdığımız Julia Child ve Amelia Earhart gibi karakter de yerlerini almış. Julia Child’in mutfağı tamamen taşınarak müzenin içinde sergilenmekte.
Ülkenin, bizim toprakların tarihine göre, kısa sayılabilecek tarihinin anlatıldığı bir zaman tünelinden geçiyoruz adeta. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın nasıl başladığını öğreniyoruz. Çok basit anlatımıyla; Amerikan kolonistler yıllarca sadık bir şekilde vergilerini ödedikten sonra, İngiliz Krallığı’ndan kendilerine İngiltere Senatosu’nda bir oyla temsil hakkı verilmesini talep ediyorlar. Ancak krallık oy hakkı talebini redderek ağır vergileri almaya devam ediyor. Bunun üzerine ünlü “taxation without representation” (temsil hakkı olmaksızın vergilendirme) söylemi ortaya çıkıyor. Amerikan kolonileri birleşerek İngilizlere karşı bağımsızlık savaşını başlatıyor. Savaş, 1783 Paris Antlaşması ile Amerikan kolonilerinin İngiltere’den bağımsız olduğunun tanınması ile sona eriyor. Günümüzde de D.C.’deki araç plakalarında, şehir sakinlerinin vergi mükellefi olup senatoda temsil haklarının olmaması bu tarihi söze atfen “taxation without representation” ibaresi ile anlatılıyor.
Birkaç güne yaydığımız müzeler turumuzdan sonra, şehrin kalabalığına tekrar karıştığımızda görüyoruz ki belki müzeler kadar ilgi çeken bir nokta da Apple Store’lar. Onlarca satış görevlisi mağazadaki kalabalığa hizmet vermeye çalışıyor. Bu seyahatimizde artık kısa metro yolculuklarımızda kitap okuyanlar yerine i-phone’ ları ile ilgilenen dalgın insanlar dikkatimizi çekiyor.
Başkentin resmi ve ciddi havasından en ayrı duran yer Georgetown sanki. Minik renkli “town house” yapısındaki şirin evleri ile politikayla çok da arası varmış gibi durmuyor:-) Georgetown Üniversitesi’nin kampüsüne kadar keyifle yürüyoruz. Sonbahar bütün şehri istila etmiş. Sokaklarda dökülmüş yaprak yığınları kaldırımları kaplamış. Ağaçlar yeşilden sarıya her tonda. İçimden çalışmaktan fırsat bulamayıp yazın gelemediğim için seviniyorum. Sonbahar sandığımdan da neşeli geçiyor burada!
Bir cevap yazın